46. Ahkaf Suresi
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla…
1. Ha. Mîm. (bkz. 2/1)
2. Bu Kitap aziz ve hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.
3. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.
Ayet, yaratılanların, Allah’ın kudret ve birliğine delalet ettiklerini, bunların kıyamete kadar varlıklarını devam ettireceklerini, ama inkarcıların kıyameti ve dehşetini kabule yanaşmadıklarını haber vermektedir.
4. De ki: Söylesenize! Allah’ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar; göstersenize bana! Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.
5. Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
6. İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (müşrikler) onlara (tapındıklarına) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler.
Mealde esas alınan yorumun yanısıra ayete, kendilerine tapınılan varlıkların müşrikler aleyhine şahitlik yapacakları yönünde mana da verilmiştir.
7. Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman hakikat kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler: “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.
8. Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah tarafından bana gelecek şeyi savmaya gücünüz yetmez. O, sizin Kur’an hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. O, bağışlayan, esirgeyendir.
9. De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber, kendisinden önce birçok peygamber gelip geçtiğini hatırlamış, kendisinin ve kavminin dünyadaki durumunun ne olacağını bilmediğini belirtmiş, dikkatlerini eski peygamberler ve ümmetlere çekerek onları uyarmıştır.
10. De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız)? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
Ayette dikkat çekilen husus, Kur’an’ın Allah tarafından gönderilmiş olduğunun teyit edilmesidir. Bunun İsrailoğullarından olan şahidi de bir rivayete göre Hz. Musa’dır, diğer bir rivayete göre ise Abdullah b. Selam’dır. Tefsirlerde, surenin tamamının Mekki sayılması halinde, yahudi iken Medine’de müslümanlığı kabul eden bu zata işaretin gayb haberi olarak niteleneceği belirtilir. Öte yandan, surenin sadece bu ayetinin Medine’de indiği görüşü de vardır.
11. İnkâr edenler, iman edenler hakkında dediler ki: “Bu iş bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi.” Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için “Bu eski bir yalandır” diyecekler.
İlk önce köleler ve fakirler müslüman olunca, Kureyş ileri gelenleri, iman ve İslam’ın hayır getirmediğini, bunun, bu dine ilk girenlerin seviyelerinden belli olduğunu söylemişler, Kitab’a da dil uzatmışlardı. Ayet inkarcıların bu tutumlarını sergileyip kınamaktadır.
12. Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa’nın kitabı vardır. Bu (Kur’an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.
Ayet, Kur’an’dan önce Tevrat’ın var olduğunu, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları ve Tevrat’ı doğrulayıp tasdik ettiğini ifade etmektedir.
13. “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
14. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.
15. Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.
Tevhid’e yönelmek ve İslam’a girmek en büyük nimettir. Allah’ın hoşnut olacağı davranışları yapmaya çabalamak, mesela Hz. Ebubekir’in yaptığı gibi kafirlerin işkencesi altında kıvranan müminlerin kurtuluşunu sağlamak, yapılması gereken yararlı işlerdendir. Ayrıca bütün neslinin salih müslümanlardan olmasını istemek de, insanın yapacağı dualar arasında olmalıdır.
16. İşte, yaptıklarının iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar. Bu, kendilerine verilen doğru bir sözdür.
Bu ayet, yukarıdaki duayı eden Hz. Ebubekir ve diğer müminlerin itaatlarının karşılığını, sevap ve mükafatla göreceklerine işaret etmektedir.
17. Ana ve babasına: Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz? diyen kimseye, ana ve babası Allah’ın yardımına sığınarak: Yazıklar olsun sana! İman et. Allah’ın vâdi gerçektir, dedikleri halde o: Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir, der.
18. İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.
19. Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.
Ayet, müminlerin ve kafirlerin yaptıklarının karşılığına göre derece aldıklarını bildirmekte; iman edenlerin cennette, inkar edenlerin de aşağıların aşağı olan cehennemde olacaklarına işaret etmektedir.
20. İnkâr edenler ateşe arzolunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!
21. Ad kavminin kardeşini (Hûd’u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.
Ayette geçen “ahkaf” uzun ve yüksek kum yığını manasına gelen “hıkf”ın çoğuludur. Hud’un kavmi olan Ad. Yemen’de denize nazır kum tepeleri arasında oturduğundan bu bölgeye “ahkaf” denmiştir.
22. “Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir” dediler.
23. Hûd da! Bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir kavim olduğunuzu görüyorum, dedi.
Hud (a.s.) bu sözüyle, başlarına gelecek azabın zamanını Allah’ın bildiğini açıklamıştır.
24. Nihayet onu, vâdilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur, dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgârdır!
25. O (rüzgâr), Rabbinin emriyle her şeyi yıkar, mahveder. Nitekim (o kasırga gelince) onların evlerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız.
Rivayet edildiğine göre bu müthiş kasırga, erkeklerini, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını yerle gök arasında savurarak parçalamış ve helak etmiştir. Sadece Hz. Hud ve ona iman edenler kurtulmuşlardır.
26. Andolsun ki, onlara da size vermediğimiz kudret ve serveti vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.
Ayetin belirttiğine göre, Hud kavmi, mekke kafirlerinden daha büyük kudret ve imkanlara sahip olmuştu. Üstelik kendilerine verilen göz, kulak ve kalple ilahi nimetin kadrini bilecek ve Allah’a inanacaklardı. Fakat hüccetlere rağmen inkarda direnince, azap, onları helak etti.
27. Andolsun biz, çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri tekrar tekrar açıkladık.
Çevredeki helak edilen memleketlerin, Semud, Ad ve benzeri kavimlerin ülkeleri olduğu belirtilmiştir.
28. Allah’tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.
Ayet, Hud kavminin, Allah’a yaklaştırıcı nesneler olarak inandığı düzmece tanrıların hiçbirinin azabı uzaklaştırmada tesirli olamadıklarını haber verirken ayrıca putları Allah’a yakınlığa vesile saymanın da, boş ve manasız bir kuruntu olduğuna dikkat çekmektedir.
29. Hani cinlerden bir gurubu, Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) “Susun” demişler, Kur’an’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
Rivayetlere göre, Hz. Peygamber Taif seferinde Nahl vadisinde sabah namazı kıldırıyorken, yedi yahut dokuz kişiden teşekkül eden cinler gurubu, Peygamberimizin okuduğu Kur’an’ı dinlemeye gelmişlerdi. Kur’an’ı dinleyip kavimlerine döndüklerinde:
30. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.
31. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun..
Ayetin belirttiğine göre cinler, Allah yolunun davetçisi olan Hz. Muhammed’e kavimlerinin uymalarını isterken Allah’ın, günahlarının bir kısmını bağışlayacağını beyan etmişlerdir. Çünkü kul hakkıyla ilgili günahlar, hak sahibinin rızası olmadıkça bağışlanmaz.
32. Allah’ın dâvetçisine uymayan kimse yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah’tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.
33. Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, her şeye kadirdir.
34. İnkâr edenlere, ateşe sunulacakları gün: Nasıl, bu gerçek değil miymiş? denildiğinde: Evet, Rabbimize andolsun ki gerçekmiş, derler. Allah: Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın! der.
35. O halde (Resûlum), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vâdedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi?
Ayette geçen “ülü’l-azm” (azim sahibi peygamberler) Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (a.s.)dır. (bak. Ahzab 33/7) Gerçekten azim sahibi peygamberler, şeriatlarının tebliğ ve tesisinde büyük gayret sarfetmiş, ortaya çıkan güçlüklere ve düşmanlıklara göğüs germişlerdir. Ayette, Hz. Peygamber’e bu büyük peygamberlerin vasıfları hatırlatılırken sabırlı olması istenmiş, inkarcıların azap karşısında durum ve tutumları da tasvir edilmiştir.
BU SUREYLE İLGİLİ ÖNEMLİ BİLGİLER
Adı: Âd kavminin yaşadığı bölgede rüzgârlar, “ahkaf” denen kum tepeleri meydana getiriyordu. İçinde bu kavmin yaşadığı bölge ve kum yığınlarından söz edildiğinden sûre Ahkaf adını almıştır.
Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı 29-32. ayetler arasında anlatılmakta olan bir tarihi vakıadan tespit olunmaktadır. Bu ayetlerde, cinlerin Kur’an-ı Kerim’i dinleyerek topluluklarına geri dönmeleri açıklanır. Bu hadise hakkında hadis ve siyer kitaplarındaki ittifak edilen rivayete göre, Allah Rasulü Taif’ten Mekke’ye geri dönerken yolda Nahle denilen yerde konaklamıştı. Ve bütün güvenilir tarihi rivayetlere göre Allah Rasulü’nün Taif’e gitme olayı hicretten üç sene önce meydana gelmiştir. Dolayısıyla o zaman bu sure nübüvvetin 10. senesinin sonu ile 11. senesinin başlarında nazil olmuştur.
Tarihsel Arkaplan: Nübüvvetin 10. yılı Allah Rasulü’nün hayatındaki en zor ve çetin yıldı. Tam üç seneden beri Kureyş’in bütün kabileleri Haşimoğulları’na ve müslümanlara boykot uyguluyorlardı. Allah Rasulü, kabilesi ve diğer arkadaşlarıyla beraber Şi’bi Ebi Talip <Şi’bi-Ebi talib: Mekke’nin bir mahallesinin ismidir. Burada Haşimoğulları oturmaktaydı. Şi’bi Arapça’da “iki dağın arasındaki vadi” demektir. Bu mahelle Ebu Kureyş Dağı’ndadır. Ebu Talip ise Haşimoğulları’nın reisiydi. Bu yüzden bu yere Şi’bi Ebu Talip adı verilmiştir. Bugün Mekke’de Allahrasulü’nün doğduğu yer olarak bilinen mevkiye yakındır. Şimdi ise Şi’bi-Ali veya Şi’bi Beni Haşim olarak anılmaktadır.> denilen yerde mahsur idiler.
Kureyşliler bu mahalleyi tamamıyla kuşatma altında tutuyorlar ve kimse de bu ablukayı yararak müslümanlarla irtibata geçemiyor ve alışveriş yapamıyordu. Ancak Hac sırasında müslümanlar dışarı çıkarak alış-veriş yapabiliyorlardı. Fakat o zaman bile eğer Ebu Leheb bir kimseyi pazarda gelen ticaret kervanlarından bir şey satın almak isterken görürse hemen satıcıya “Bunlara en yüksek fiyatı söyle ki alamasınlar, daha sonra ben o malı senden alırım, bir zararın olmaz” demekteydi. Peşpeşe üç senelik bu kuşatma müslümanların, Haşimoğulları’nın belini iyice bükmüştü. O kadar zor günler geçirdiler ki bazen ot bazen de ağaç yaprakları yemeye mecbur kaldılar.
Üç sene sonra bu kuşatma kalkacaktı ama bu sefer de bir müddet sonra, on küsür yıldır Kureyşlilere karşı Allah Rasulü’nü korumakta olan amcası Ebu Talip vefat edecek ve bu hadiseden bir ay bile geçmeden de, nübüvvetin başlangıcından bu güne kadar Allah Rasulü’nün en büyük destekcisi ve teselli edicisi olan hanımı Hz. Hatice vefat edecekti. Peşisıra gelen bu darbeler yüzünden Allah Rasulü bu seneyi “Hüzün Yılı” olarak adlandırmıştı.
Ebu Talib’in ve Hz. Hatice’nin vefatlarından sonra Mekkeli kafirler, Allah Rasulü’ne karşı daha bir cüretlenmişler ve ona eskisinden daha fazla eziyet etmeye başlamışlardı. Hatta Allah Rasulü evinden dışarı bile çok zor çıkabiliyordu. Ve İbn Hişam’ın rivayetine göre gene bu dönemde Kureyşli serserilerden biri Allah Rasulü geçerken onun yüzüne toprak atmıştı.
Daha sonra Allah Rasulü, Beni Sakîfe’yi İslam’a davet etmek veya hiç olmazsa orada kalmasına izin verirler belki diye Taif’e gitti. O zaman Allah Rasulü’nün bir binek almaya bile maddi gücü yoktu. Taif’e kadar bütün yolu yaya olarak gitti. Bazı rivayetlere göre giderken yalnız başınaydı. Bazı rivayetler ise yanında Hz. Zeyd bin Harise’nin olduğunu söylemektedir. Orada birkaç gün kaldı. Beni Sakîf’in ileri gelenleri ile tek tek görüştü. Fakat hiçbirisi ona kulak asmadılar. Üstelik acele şehri terk etmesini istediler. Çünkü Allah Rasulü’nün davetinin gençleri ifsad edeceğinden endişeliydiler. Sonunda Taif’i terk etmeye mecbur kaldı. Allah Rasulü şehri terk ederken beni Sakif’in ileri gelenleri bazı serserileri peşinden gönderdiler. Bunlar yolun iki tarafına geçerek Allah Rasulü’ne hem küfür ediyorlar hem de taş atıyorlardı. Allah Rasulü (s.a) yaralandı, ayakları kan içerisinde kaldı. Bu halde Taif’in dışarılarında bir bahçenin duvarının gölgesine yaslanarak Allah’a şöyle nidada bulundu. “Ey Allahım! Senin huzurunda çaresizliğimi ve halkın nazarında kıymetsizliğimi şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen mustazafların Rabbisin.
Benim Rabbim Sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana bu kadar sert davranan insanların eline bırakıyorsun, üzerime çullanan bir düşmana bırakıyorsun. Eğer sen benden dargın değilsen, ben bu musibetlere aldırmam. Fakat eğer tarafından bana bir afiyet nasib olursa daha rahatlayacağım. Sana sığınırım. Senin Nurun bu zulmeti aydınlatır. Dünya ve ahiret işlerini düzeltir. Beni, senin gazabının üzerime gelmesinden ya da ikabına müstehak olmamdan koru. Benden hoşnut olacağın şekilde senin rızana uyayım. Senin kuvvetinden başka kuvvet yoktur.” (İbn Hişam C. 2, Sayfa: 62.)
Allah Rasulü üzgün bir vaziyette geriye dönerken Karnel-Menazil’e yaklaştığında havada bir bulut sezdi. Yukarı bakınca da Cebrail’i (a.s) gördü. Cebrail ona “Senin kavmin sana nasıl bir karşılıkta bulunmaktaysa Allah (c.c) onu duymuştur. Dağların idaresinden sorumlu meleği gönderdi. Şimdi ne istiyorsan emret” dedi. Bunun üzerine bu melek Allah Rasulü’ne selam vererek şöyle dedi: “Emret, bu iki dağı bunların kafasına geçireyim” Allah Rasulü ise “Hayır” dedi. “Ben ümid ederim ki, Rabbim onların zürriyetinden, bir Allah’a ibadet eden ve O’na eş koşmayanlar çıkaracaktır.” (Buhari; Yaratılışın Başlangıcı, Meleklerin Zikri. Müslim: Kitabu’l-Meğazi. Nesai: Baas.)
Allah Rasulü bu olaydan sonra bir kaç gün daha Nahle denilen mevkide konakladı. “Taif’te olup bitenler büyük ihtimalle Mekke’ye ulaşmıştı, şimdi nasıl Mekke’ye geri döneceğim? Kafirler bundan da cesaret alarak daha şedidleşecekler” diye düşünüyordu. Ayrıca bu günlerde bir gün Allah Rasulü namazda Kur’an okuyorken cinlerden bir taife oradan geçmekteydi. Onun Kur’an okuyuşunu duymuştular. Ve ona iman etmişler, kendi topluluklarına geri dönerek İslam’ı tebliğ etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Allah (c.c) “İnsanlar senin davetinden yüz çevirmelerine rağmen, bu cinler sana iman ettiler ve kendi topluluklarına onu tebliğ etmekteler,” diyerek onu müjdelemişti.
Konu: İşte bu şartlar altında Allah Rasulü’ne bu sure nazil olmuştur. O şartları göz önünde bulundurarak bu sureyi mütalaa edecek herkesin, bu kelamın gerçekten Muhammed’in sözü olmadığına, bunu nazil edenin kuvvet ve hikmet sahibi Allah olduğuna dair hiçbir şüphesi kalmayacaktır. Surenin başından sonuna kadar hiçbir yerinde yukarıda anlattığımız bu gibi zor şartların altından henüz çıkmış bu insani hislerden ve cezbelerden bir eser görülemez. Eğer bu kitap, peşpeşe bu darbelere, musibetlere maruz kalan ve Taif’teki o son hadisenin hâlâ şiddetli ıstırabı içerisinde olan Muhammed’in (s.a) kelâmı olsaydı muhakkak bütün bu hadiseler ona yansırdı.
Aksine bu surede onlardan bir iz bile yok. Az yukarıda Allah Rasulü’nün Allah’a yakarışını nakletmiştik. Kendi kelâmıydı o, her kelimesi dert ve ıstırap dolu. Ama o sırada nazil olan ve onun mübarek ağzından aktarılan bu surede bu acılara hiç rastlanılmamaktadır.
Surenin konusu, kafirlerin sapık amellerinin kötü sonucundan onları uyarmaktır. Onlar kibirle bu sapıklıklarında ısrar ediyorlar ve onları bu sapıklıklardan korumaya çalışan şahsa da saldırıyorlardı. Kafirler bu dünyayı sadece amaçsız bir oyun ve kendilerini de bu dünyada sorumsuz mahluk zannediyorlardı. Tevhid daveti onlara göre batıldı. Allah’a bir takım şerikler koşarak onlara ibadet ediyorlardı. Bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmıyorlardı. Risalet hakkında ise kafalarında acaip cahilane düşünceler vardı. Muhammed’in (s.a) peygamberlik davasını sınamak için çeşit çeşit acaip sorularda bulunuyorlardı. İslâm’ın hak bir din olmadığına en büyük şahit olarak kabilelerinin ileri gelenlerinin, reislerinin bu dine inanmamaları fakat bir kaç tane genç, bir kaç fakir ve birkaç kölenin inanmalarını gösteriyorlardı. Ayrıca, kıyamet, ölümden sonra diriliş ve ceza-mükafatı da uydurma ve bunların vuku bulmalarının imkansız olduğunu zannediyorlardı.
Bu surede özet olarak, kafirlere, akıllarıyla ve burhanlarla hakikatı anlatmaya çalışma yerine, taassub ve inatlarından dolayı Kur’an’ı ve Peygamber’in risaletini inkar etmeleri halinde sonlarını harap ettikleri, tek tek şahitler gösterilerek anlatılmıştır. (Tefhimü’l-Kur’an, Mevdudi)